top of page
  • Yazarın fotoğrafıBiriz Aydinç öztüzemen

Bir Mektup: NİLGÜN MARMARA

Nilgün Marmara’nın ölümünden bahsetmişsin, tabi, tam da o gün bir şeyler yazmaya karar verip Marmara’dan bahsetmemek olmaz. Taş çarpar insanı. Cesare Pavese “Yaşam insanın yaşantı aradığı değil kendi kendini aradığı bir olgudur,” der. Aslında doğru söyler de eksik söyler, yaşam bazı insanların yaşantı aradığı değil kendi kendini aradığı bir olgudur. Ama Pavese belki de sadece bizlere seslenmiştir. Anlam arayışında debelenen bizlere. Gerisi hatta büyük çoğunluk onu ilgilendirmiyordur belki de. Nilgün Marmara da bizden bir kadın işte. Kimseyi anlamayacağını çok küçük yaşında keşfetmiş, yüzünü kendi yüzüne dönmüş, yazmış da yazmış. İstemiş ki o odada pıtır pıtır diye tabir ettiğin şekilde içine kapansın, yazsın, yansın hatta kül olsun. Bu durumda ne kadar suçlayabiliriz ki eşini? Kendini kapatmış bir insanı hangi anahtar sözcükle açabiliriz? İnsanı anlamak, o hakikate ulaşmak mümkün mü? O yüzden değil mi, vaybelerimiz, nasıloluryalarımız, hayretlerimiz... Ama böyle şaşıra şaşıra şaşırmıyoruz artık hiçbir şeye. Halbuki şaşırmak ne de güzel bir eylemdir. İnsanı, her ne kadar Dostoyevski, Nietzsche, Sartre, Kiekergaard okusak da anlayamayacağımızı ancak belki biraz yaklaşacağımızı çoktan öğrendik. En kolayı kendimizi anlamak. Zor olanların en kolayı. Ne kadar felsefe de okusak, psikoloji ile ilgilensek, sayfalarca romanlar okusak, filmler seyretsek de insanı anlamaya çalışıyoruz ama ne kadar başarabiliyoruz ki? Kendimizi anlatmadan, bizi biraz da olsa anlayacak insana ihtiyacımız var hepimizin. Anlamasa da yargılamayacak... İnsan en zor kendini tarif eder çünkü. İşte o yüzden hala yanımızda birileri varsa, onlar işte bu yüzden hala yanımızda. O yüzden biz bakalım kendi davranışlarımızı, zihinsel süreçlerimizi, ilişkilerimizi, özgürlüklerimizi, kararlarımızı, bunların altında yatan sebepleri anlamaya. Nilgün Marmara’yı da, eşini de hiç anlayamayacağız çünkü.

Yalnızken insan yapmak istemediği değil en çok yapmak istediği ile haşır neşir olur yalansız. Dış dünyada ise durum farklıdır. Maskeyi takıp toplum önüne çıktığımızda esas yabancılaşıyoruz kendimize. Onaylanmak, sevilmek, beğenilmek ihtiyacı...Uyumlu olmak, çıkıntılık yapmamak...İşte dışarıda emin değiliz kendimizden esas. Sanatla, edebiyatla, şiirle uğraşan insanların ruhu çok daha hassas dengeler üzerinde kurulu ve demek ki bir gün geliyor o denge bozuluyor işte. Hastalığının da etkisiyle bozulan o dengeyi sağlayacak biyolojik yardımları da almıyor Marmara. Eşinin dediği bu. Ve o gün geliyor, kabına sığmıyor, çok sevdiği ve bitirme tezini onunla ilgili hazırladığı Sylvia Plath gibi intihar ediyor.

Şairler yazdıkları şiirlerden ibaret, bir de şu şiirine baksana Marmama’nın:

Uyanıyorum küstah sözcüklerle

Ey, iki adımlık yerküre

Senin bütün arka bahçelerini

Gördüm ben

Görecek bahçesi kalmamış. Belki de kısacık yaşamında aradığı anlamın başkaları tarafından, onun için kurulduğu fikri dehşete düşürmüştü onu. Belki de sürekli ilerleme yasasına bir ket vurmak istedi. İnsan üstü duyarlılığı, düşüncelerinin üstesinden gelmesine imkan vermedi. Demek ki bazen bir varoluş biçimi olarak şiir yazarsın, bazen de o şiirler var oluşunun sonu olur. Şair hassastır, herkesten çok tanır hayatı, hayatın her bir yüzünü görmek gerçek şairin sonu olur. Hep ölüm mü bize gelecek, bu sefer ben ona gideyim dedi, ölüm korkusunu böyle yendi belki de. Çünkü büyük şairler sonsuzlukta kesişiyor ölüm ile. Sonsuzluk ve bir gün gibi. Süt liman bir denizde kıyıya vurmak buna denir işte.



bottom of page