Başka evlere gireriz hepimiz. Kapıdan içeri daldığımız andan itibaren ev sahibinin yaşantısı serilir gözler önüne. En mahrem noktalara kadar bazen. Hayal dünyanızı biraz genişletirseniz çok saklı bir olaya dahi erişebilirsiniz hafızanızda. Kavga ediyorlarsa burada, oynaşmalar şurada, oyunlar orada, ağlıyorsa şuraya çekiliyordur, okuyorsa buraya.
Aslında evler mahrumiyeti korumak adına kişilere özel kalmalı belki de. Büyü bozulmamalı.
Başkalarının hayatı! Ne kadar etik ki?
Ama insan en sevdikleri ile de paylaşmak istiyor yaşantısını diğer yandan. Evi şenlensin istiyor, arkadaşı ile yatak sohbetini özlüyor, sabaha kadar kahve eşliğinde ders çalışmayı özlüyor, ev sessizleştikten sonra bir kadeh şarap eşliğinde bir aşk filminde göz yaşı dökmek istiyor. 'Burası bizim evimiz, arkadaşlar niye buraya gelsinler ki' diyen bir Okan Bayülgen ile evlerimizde verdiğimiz davetlerdeki masa başında son derece keyifli sohbetlerimiz arasında gidip geliyorum.
Dans La Maison ev ve aile mahremiyetinin dışarıdan başka iki göz ile nasıl allak bullak olabileceğini anlatıyor işte. Hele ki o gözler orta sınıf ve sorunlu bir ailenin bir bireyine ait ise. Hele ki kapısından misafir olarak girilen aile tipik mutlu bir aile tablosu ise...
Ortalama, oldukça sıradan bir aile görüyoruz aslında. Anne klasik bir ev hanımı. Orta yaşını geçmiş, bir gün iç mimar olacağı günü hayal ederek günlerini harcayan ama bunun için hiç bir şey yapmayan sönük, havasız ama hoş bir tip. Baba da klasik. Yakışıklı sayılan, işi olan ama hep işinden şikayet eden sıkıcı ama garip şekilde gizli işer peşinde! olan bir tip. Oğulları Rafa da aynen onlar gibi sıradan ve ortalama bir çocuk. Sıradan ailelerin yaptığı sıradan şeyler yapıyorlar her gün.
Kendilerini fark etmeyen, mutsuz olmamak için mutsuzluklarının üzerini siyah örtü ile örtenlerden.
Sıfıra yakın farkındalık. Bir de Claude var. Rafa'nın en yakın arkadaşı. Rafa seçmiş onu, sıradan ve sevimli olduğu için onca öğrenci arasından. Rafa'nın evine gidiyor ve ona matematik çalıştırıyor her gün. Onu terk eden annesini ve bakıma muhtaç sakat babasını içine gömüp o aileyle bir üst basamak da olsa biraz mutlu olmak istiyor.
Ya da onları da mutsuz etmek istiyor.
Belki de kendilerine gelmelerini sağlıyor, hepsini yavaş yavaş, tek tek silkeliyor.
Çatışmaların olduğu hayat hikayeleri çok daha renkli, çok daha heyecanlı olmuyor mu? Her dibe vurmaların çıkışları ne kadar da etkileyici, en azından farklı ve şaşırtıcı olmuyor mu? Okulda öğretmeni Germain ödev olarak bir günlerini yazmalarını isteyince Claude de Rafa'nın evinde geçirdiği bir gününü yazar. O kadar güzel ve akıcı bir dili vardır ki öğretmeninin ve onun galerici karısının dikkatini daha baştan çekmeyi başarır. Anlatır ve ödevinin sonuna da “devam edecek” yazar. Ve hikaye böylelikle başlar. Claude edebiyata olan düşkünlüğü ile bu aileye olan düşkünlüğünü harmanlar ve bizi olağan üstü bir şölene doğru yol aldırır.
Seçtiklerimiz, yaptıklarımız, yapamadıklarımız ile yüzleşmeler ve elbet pişmanlıklar. Yaptıkların için değil en çok yapamadıkların için.
Kaçan tren için yapacak bir şey var mı, yolculuktan vazgeçmek ya da başka yolla gitmeyi denemek dışında? Cesaret bu işin neresinde? Özgüven nerede?
Edebiyata göndermeler, Dostoyevski dokunmaları, Flaubert, 1001 Gece Masalları, Hitchcock derken eksik parçaların tamamlanma hikayeleri çıkıyor ortaya. Güzel film sevgili okuyucular. Bir seyredin. Francois Ozon her filmi ile bana gayet hoş vakit geçirtmiş ve defterimde filmlerinin yanında 5 yıldız almış bir gün bir daha hatta bir daha seyredilecekler listesine girmeyi hep başarmıştır. Farklı yaklaşımları sinemaya katkısı ve ele aldığı konularla cesur bir Fransız yönetmen.
Comments