“Seçme şansın yokken pişman olmanın anlamı ne?"
Kadın, hatta üç kadın; hayata gözleri sonuna kadar açık, refleks olarak bile kapanmıyor neredeyse. Hepsinde de, beklentiler, istekler, yetenekler, hırslar, sadakat, arzular, korkular, şefkat, yani kadınlara has bütün duygular birleşmiş, bekliyorlar ya da artık beklemiyorlar.
Bu üç kadından biri Virginia Woolf; yazdığı roman kahramanları sayesinde özlemini duyduğu yaşama ancak sahip olabilen, sürekli zihnindeki seslerle yaşayan, geçmişinde akıl hastalığı olan bir yazar. Diğeri Amerikalı ev kadını Laura Brown, en yakın arkadaşını arzulayan, mükemmel görünen evliliğinden, düzeninden aslında nefret eden güzel bir kadın. Ve sonuncusu, diğer iki kadının hayal ettiği aşka, özgürlüğe erişmiş, hayatındaki erkekleri terk etme gereğini hissetmeden yaşayan mutlu, modern yazar (Clarissa Vaughan).
Biseksüellik/ lezbiyenlik kavramları, kadınların kendi seçimleri ancak mutsuz hayatları; W.Wolf’un 1923’te yazdığı bir romanın, 1951 yılında diğer kadın tarafından okunması ile onda yarattığı bunalım ve üçüncü kadının 2001 yılında her iki kadının olmak istediği yaşama kavuşmuş yaşamları… Yani, Michael Cunningham'in, Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway eserini yeniden yazması sonucu ortaya çıkan muhteşem romanın sinemaya uyarlanmış versiyonu -The Hours-Saatler’den bahsediyorum. Kitabını okuma fırsatım olmadı ancak filmini, geçen akşam televizyonda yayınlandığında, ikinci kez hiç sıkılmadan, ilgiyle ve kurgusundaki başarıya hayran kalarak tekrar izledim. Meryl Streep, Nichole Kidman, Julianne Moore, Ed Harris gibi güçlü dört başrol var ve her biri oyunculuğun zirvesinde.
Dikkatli izlendiğinde film, varsa, insanın içinde unutmaya çalıştığı, bastırdığı duyguları bir anda ortaya çıkarabilen, neyse o şey, sorgulamaya yeniden başlamanıza neden olabilecek tehlikeler taşıyor.
-Kitabında birinin ölmesi neden şart?
-Biri ölecek ki, geride kalanlar hayatın değerini daha iyi görsün. Buna kontrast denir.
Hayata gözlerimizi açtığımız andan itibaren, kalıplar sunulmuyor mu hepimize? Hep başkasının canı yanmasın diye alıyoruz ya da almıyor muyuz kararlarımızı?
İşte bu üç kadın, hayatını isteklerinden uzak, sadece önüne konan sınırlar içerisinde yaşamamak için sevdikleriyle mücadele eden(en çok kendileriyle) tipler. Yoksa nasıl mutlu olabilirler, hiç aşkı tadamadan? Nasıl mutlu ederler, hiç mutlu olmadan? Nasıl yaşarlar, başkalarının seçimleriyle?
"Dağılıyor gibiyim. Biri dağılırken ve parçalarını toparlamaya çalışırken nasıl başka biri için üzülebilir ki?”
Saatler özetle, istemedikleri hayata tutunmakta zorluk çeken üç kadın ve bir erkeğin hikayesi. Metaforik ve farklı anlatımıyla, her dönem insanlarının benzer durumlarla hayatlarını sorgulayabileceğini vurgulayan, çarpıcı bir film.
“kalmak ölümdü, ben yaşamı seçtim”
Senaryoda inanılmaz emek var. Ama her şeyden önce büyük yazar Woolf'u anlamak, filmden önce kesinlikle Mrs. Dalloway’i okumak lazım.
Bütün küçük problemler esasında hayatın büyük bir parçası. Her zaman hayatta pişmanlıklar olacak, aşklar hep yarım kalacak, istenmeyen işler yapılacak, istenilen işler çok da istenmediğinden yapılamayacak, gitmek istenilen yerlere gidilemeyecek, hayatının merkezinde olsa da en sevilenler, bir daha hiç görülemeyecek… Bunları bilmek bile rahatlatır insanı, bunlar normal, bunlar hayat…
“Bu gün bitse iyi olur. Partilerimizi veriyoruz; Kanada’da tek başımıza yaşamak için ailelerimizi terk ediyoruz, yeteneklerimiz olsa da elimizden gelen çabayı göstersek de, en olmayacak umutları beslesek de, dünyayı değiştiremeyecek kitaplar yazmak için uğraşıyoruz. Hayatımızı yaşıyor, istediğimizi yapıyor ve sonra da uyuyoruz; işte bu kadar basit ve kolay. Bazıları camdan atlıyor ya da boğularak intihar ediyor ya da hap yutuyor; çoğu kazayla ölüyor ve çoğumuzu, büyük çoğunluğumuzu, bir hastalık yiyip bitiriyor, ya da eğer şanslıysak, zamanın kendisi. Avunacak bir şey var: ne olursa olsun, hayatlarımızın önümüzde açılıp bize hayalini kurduğumuz her şeyi sunduğu saatler var; çocuklar dışında herkes (belki onlar bile), bu saatlerin arkasından kaçınılmaz olarak başkalarının, daha karanlık ve daha güç saatlerin geleceğini bilse de. Yine de kentin, sabahın keyfini çıkarırız; ne olursa olsun daha fazlasını umut ederiz. Bunu neden bu kadar sevdiğimizi Tanrı bilir."
Çünkü bir şeyler hep var, hep olacak ve hep gelecek.
Filmde aşk, huzursuzluk, yalnızlık, delilik, kararsızlık, çaresizlik almış başını gitmiş. Bunlar, ölümü renkli, hayatı renksiz bulanlar içinmiş gibi geliyor başta ama sonra her bir karakter öyle şeyler söylüyor ki, oradan sonrasını seyretmek cesaret istiyor.
Cesaretle hayatın yüzüne bakmak,
Her zaman cesaretle hayatın yüzüne bakmak.
Ve ne için olduğunu bilmek.
En sonunda bunu bilmek.
Onu olduğu şey için sevmek ve sonra bir kenara kaldırmak
Leonardo;
Aramızda her zaman yıllar vardı.
Her zaman yıllar.
Her zaman sevgi.
Her zaman saatler.
Filmi seyretmediyseniz, tavsiye ederim ancak bilin ki akabinde birkaç gün şöyle dolaşabilirsiniz:
"Hayatla yüzleşmek mi, bu ne demekti? hatta daima yüzleşebilmek, nedenini anlayabilmek,en sonunda bunu öğrenmek,ve onu olduğu gibi sevebilmek diyordu galiba,ha bir de şöyle bitiriyordu,en sonunda da onu köşeye kaldırabilmek…yapabilirim ben galiba bunu…bilmem yok, yapamam galiba,of ya,salla gitsin,böyle yaşamaya devam…mı acaba!"
Comments